izmir izmir

ankara'ya laf eden, ne sıkıcı şehir diyenlere karşı her daim edecek bir çift kelam bulan bendeniz dahi, yaz aylarında çok sıkılıyorum burada.
herkes güneyde biryerlere kaçmış resmen!
aslında yollarda şen şakrak insanlar hala var, bahçelinin sokakları hala güzel kız kaynıyor ama "eskiden deniz yazlık özgürlük vardı şimdi nerede?" hezeyanları insanı rahat bırakmıyor. bu duygu vicdan azabını andırıyor.. (çalışırken özgürlüğünü sattığın için olmasın?)
bu haftasonu izmir'e gittim. böyle bir duyguyu sildim bir süreliğine.
izmir'e gidip şunu bunu yapmadan gelmeyin diyenlere kulağımı tıkadım. aklıma eseni yaptım sadece. balkonu balkona, balığı balığa, çayı da çaya benziyordu şehrin. turgay abinin bergamutlu çayı ve tabii ki de izmir'in meşhur kızları benzemiyordu başkalarına.
galiba (ve çünkü) uzun süredir bu kadar özgür hissetmemiştim.

hafiflik

bu aralar tuhaf bir hafiflik üzerimde.
işlerimi plansız kendimi amaçsız bıraktım.
yorulan bir işçinin paydos demesi gibi bir azad edilme hali.
hafif olunca kendini koyuversen de düşmüyorsun. (demek ki düşmemek için yeterince hafiflemek gerekiyor.) kaybedecek şeyi olmamak denen ruh hali buna benzer bir umursamazlık heralde.
kendime yapacak iş aradım ve balkonu yıkadım. balkon oluğundan akan su apartman bahçesine ulaştı. günlerdir yerde uzanan ve kurumuş kayısılar yüzmeye başladı.
kayısı ağacı meyvelerini dökünce yerlere kadar eğilen dallar tekrar yukarı doğru yönelmişti.
anlaşılan benden başka hafifleyenler de vardı. sandalye çekip diğer ağaçları izledim.
akşam vakti balkonum ayrı bir serindi. ve bu sabah okuduğum köşeyazarları daha bir keyifli.

tüketmek ve tükenmek üzerine

güçlükle kazanılan bir şey için savaşmak, elde etmek huzurun kapısını açan bir zevkti. zorlanılarak kazanılan zaferlerin tadı bir o kadar yoğun. ve tabi bunun için yeterince aç olana sunulan. ve tükettikçe yitirilen.

kolay atılan adımlar, hızlı yutulan lokmalar kadar doyurucu ancak.

tahammül eşiğimiz kadar diplerde süründükten sonra aynı derecede yüksekleri görüyoruz. içindeki hararet daha sonra serinleten yel oluveriyor yangın sönünce.

en güzel aşk zor olan, en iyi şarap en çok bekleyen, en güzel mutluluk demi hüzünden gelen. tükenir gibi olan şeyler önce kemale ererken ve ardından yine tükenmekte.

ve bizi pişirecek olan azla yetinmenin ateşi. ve hayatın bir de ödülü - bizi tüketecek şeyle savaşırken tükendiğimizi görmüyoruz.

havuzda tek başına

kendini bir işe vermenin gayretiyle yüzmeye başlarken insanın kendi gerçeğinden kaçamayacağını düşünmemiştim.
havuz tertemiz görünüyordu. sanki estetik saplantılarım varmış gibi, atlarken hep sakınarak atlardım önceleri. bu kez dosdoğru koşarak balıklama atladım!
çıkan ses duvardan yansıyarak suyun altından duyuldu. havuzda olduğu gibi, suyun altında da yalnızdım ve sen yalnızken, tüm dünya sessiz kesilir ve bazı detayları ancak o zaman farkedersin. yalnızlığın kendini dinlemeye dönüştüğü anlar böyle zamanlarda ortaya çıkar.
dipteki dünyada balık olmuşken tutabildiğim kadar nefesimi ilerledim. dipteydim ve buranın seramik mavisi huzuru alıkoydu dikkatimi. günlerdir nefessiz kalan biri için fark eden tek şey, arşimet'in yüzlerce yıl önce bulduğu şeydi : suyun kaldırma kuvveti!
dişi ağrıyan bir insanın bir tutam pamuğa rakı damlatıp dişine bastırdığı gibi, klorlu suda acıyan gözümün kulağımın yanmasını bastıracak birşeyler bulmam gerekliydi. ve daha öncesinde yüzeye çıkıp iki dakika soluklanmak tabii ki.

yorgun ruhların aheste raksı

akşamın serinliğine bırak ruhunu
soğutsun acını sessiz melodi

yudumla şarabı dudağının ucuyla
ezberlediğin dudakları son kez öper gibi

yeni bir hayatın nefesiyle
yepyeni rüzgarlara bırak kendini

ve çal silgini kurşun lekelere
ılık bir lodos edasıyla dağıt tüm sislerini

yumarken gözünü
sımsıkı sarıldığın örtüyü
son bir gayretle düzeltir gibi.

tuhaf bir kefalet öyküsü

ihtiyaç sahibi bir kimseye kefil olurken iki kere düşünün.

ne zaman kefalet mevzubahis olsa, mutlaka sütten dili yanmış birileri çıkar ve haykırır "sakın!". o an içindeki canavar "acaba bunun hikayesi nasıl?" diye meraktan debelenirken sen de "anlatsana o zaman?" dersin ve dinlersin. işte bunlardan biri:

ihtiyaç sahibi ile kefili bankaya gidiyorlar. muameleler yapılıyor, imzalar atılıyor. ilk birkaç ay borç muntazam bir biçimde ödeniyor. lakin bir süre sonra, borç alan kimse hayatını kaybediyor. arkada cingöz bir cadı olan karısını ve henüz dünyadan habersiz çocukları bırakıyor.

bir süre sonra banka müdüründen gelen bir telefon: borcunuzu neden yatırmıyorsunuz, bir problem mi var? kefilken borçlu duruma düştüğünü zannerken umulmadık bir sürprizle karşılaşan amcamız, aslında şöyle bir dolapla karşı karşıya olduğunu farkediyor:

kredi muamelelerini yürüten uyanık banka memuru asıl borçluyu pek sağlam pabuç bulmadığı için gerçek kefili borçlu, borçluyu da kefil gösteriyor. üstelik bu işi çeviren memur, yıllardır ahbaplık ettiği bir arkadaşı.

amca, gerçek borçlunun geride kalan karısıyla ilgili soruşturuyor, öğrendiklerine bakılırsa kapıyı çalsa borçlu çıkacağını farkedip vazgeçiyor üstelemekten. her taksit sonrası giden paranın üzerinden içtiğini söylediği bir bardak soğuk su, giden araba parasıyla birlikte insanı kefaletten soğutuyor.

tatilcikten notlar

zaman - haftasonu, 24 saatlik kısa bir ziyaret
mekan - marmaris

marmaristeyim.
19:15
tatile 3 kişi çıkmayı planlayan, teknik nedenlerle ilk günü tek başına geçirmek zorunda kalan arkadaşımla buluşmak üzereyim.
şanssız arkadaşımı 15 dakikalığına da olsa heykele çevirdim.dolmuşçuyla 5 dakikalık bir mesafede ne kadar samimi olunabilirse o kadar samimiyiz. marmarisli, gözü de aynı anda hem araçları hem de kızları takip edebilme yetisine sahip.
benimkiler de fena sayılmaz, tansaş'ın ardından heykelin yanında arkadaşımı görüyorum.
19:25
yemeğe aç, eğlenceye açığız.
kocaman bir sahil dururken denize dökülen o pis derenin önünden birsürü insan geçmekte. nerede hareket orada bereket diyen bizler dereye nazır "manzaralı" bir masa beğeniyoruz.
19:30
ingrid bergman, grace kelly vız gelir. renkli gözlü ve şık abla yüzlerce kişinin arasından hem dikkatleri çekmeyi, hem de muhabbetin dozajını düşürmeyi başarıyor.
dereyle konuşayım bari.
19:40
laf olsun diye bir iddia. böyle bir türk olabilir mi?? (uyandırmayın, 5 bira cepte)
arkadaşımla yerli mi yabancı mı konulu iddiaya giriyoruz. eminim ama konuşmasını duysak da kazansam diyorum. konuşmuyor. (hiçbir melek konuşmaz demeyin!!)
bu an'ı ölümsüzleştirmek isteyen arkadaşım, sigara dumanını ve ardarda fotoğrafları özenle çekerken gözlerinde "yaşasın" sözcüğünün pırıltısını görüyorum. güya beni çekiyor ama bazen arkaplan herşeyden önde gösterir kendini :)
bahis şimdilik kapansa da, daha ileri saatlerde, arkadaşımın itirafıyla meleğimizin yerli malı yurdum malı olduğu ortaya çıkıyor.
20:30
5 milyonluk kola, 6 milyona portakal suyu.
yarasın.. :)
21:30
güneş battı, hava serinledi. gün boyu otellerinde pinekleyen gece yorgunları için çıkıp biraz serinleme zamanı.
biz de çıkalım bari.
22:00
telefonda insanlara şu an marmaris kordondayım diyorum. gürültüyü duymasalar kimsenin inanmaya niyeti yok!!
yarasalar için sesi yansıtan duvarlar neyse, sarhoş gece kuşları için, barlar sokağından kopan gelen gürültü o!
ne bu balık restoranlardan, ne guletlerden, ne de bu kadar güzel ingiliz kızlarından başka yerde yok!
23:00
içelim hocam!
dünyaya bazıları başrol oynamak için gelirken, bazıları figüranlıkla yetinir.
bu bağlamda üzerimize oturan derin bir keder, insana git meyhaneye iç der gibi.
yorgunluk bir yandan..
lakin gözümüzü kapatmadan (!) yürüyoruz. işte bir kısır döngü :)
00:30
ayakta biralarımızı yudumlarken, arkadaşım 5 metre ötemizdeki 3 kızdan pembeli olanla bakıştıklarını söylüyor. ayakta duramıyorum ama kıyamıyorum.
01:00
15 ytl'lik, sade birer yatak ve pike dışında hiçbir konfor sunmayan pansiyonun balkonunda demleniyoruz. çarşı içi bomboş, hayat bir yerde atarken bir başka yerde ölüm sessizliği gecenin serinliğini örtüyor.
karşı penceredeki kız olmasa ankaraya ışınlanmış gibiyim.
hoşlandığı kızdan istediği ilgiyi bulamamış arkadaşla muhabbetler çok derin. biz uyurken bir perinin gelip üstünü kapatacağı tüm yaralar deşilirken yorgunluktan bitap düşüyoruz.
02:00
yattığı yer taş olsa beğenmek bu olsa gerek. bir yabancıya sabah nereye gideceksin sorusuna karşılık nasıl bir izahat vereceğimi tahayyül ederken çakırkeyf bir bünyeden çıkan espriye kendi kendime gülüyorum. bekle beni blackberry, bekle beni english breakfast tea!
08:05
arkadaşımın aslında hiç uyumayan, uyurmuş gözükenlerden olduğunu düşünmeye başlıyorum.
kafamı çevirince duyduğum "günaydın" ve ilk dumur. saat bile uykuda oysa.
deniz havası sen nelere kadirsin :)
09:00
bu tatil de bu kadarmış. ve akıl sağlığı adına buralarda erkek erkeğe gezmemek lazımmış :)

denemeye devam

bazen bıksan da devam etmelisin. bıksan da, bıkmamış gibi yaparak. yorgun olsan da en azından denemeye ayıracak bir enerjin olmalı içinde. umursamadan, ama aslında umursayarak devam etmelisin.

göl kenarında gezerken avını tuzağa düşüren leyleğin mideye indirmek üzere olduğu an son bir çabayla ellerini hasmının boğazına dolayan ve hayata tutunan o kurbağa kadar güçlü ve cesur olmalı en azından. ve ardından hiçbirşey olmamışçasına yaşamayı başaracak kadar.

yukarıya fazla bakmadan, denemeye devam..